29 Kas 2007

TEFRİKA HİKÂYE: Özpeltekler / 1. Bölüm

Serkan Özpeltek 36 yaşına girdiğinde, çocukluğundan itibaren başından geçen büyük küçük tüm kazaları saymaya karar verdi. Hem talihsiz hem de sakar olmak gibi iki ölümcül özelliği bünyesinde barındırıyor olmasını kimi zaman babasının kötü bir adam olmasına yoruyordu, kimi zaman kendi gençlik günahlarına, kimi zaman genetik yapısına, kimi zaman da kendi yetiştiriliş şekline... Bu durumu hiçbir şeye yormayıp, ‘Yüce Rabbim bizi de böyle yaratmış, daha kötüleri de var’ diye düşünüp önemsemediği zamanlar da oluyordu ancak, bunlar hem çok nadir oluyor, hem de tamamen istemsiz şekilde gelişiyordu. Çoğunlukla da dertsiz, tasasız ve de Özpeltek soyadını taşıyan bir insan evladı ne kadar mutlu olabilirse işte o kadar mutlu olduğu zamanlarda geliyordu bu duruluk, bu tevekkül, bu sükunet nöbetleri.

Özpeltek Ailesi için mutluluk erişilmezdi. Erişilmesi mümkün olsa bile erişilmemesi gerekiyordu. Onların yasak meyvesiydi mutluluk. Nesilden nesile aktarılmış Özpeltek karakterinin yapıtaşlarını listeleyecek olsa cevval bir araştırmacı, şöyle başlardı ve daha onda birini tamamlamadan listenin küsüverirdi, cayardı bu işten: Azla yetinmemek, şikayet etmek, üzülmek, ağlamak, hep daha fazlasını istemek ve daha fazlası ve daha fazlası ve daha fazlası ve daha... Sağından acı atıp öte yanından katmerlisini alabileceğiniz bir acı üreteci, bir çeşit değirmen gibiydi bu ailenin üyeleri, özellikle de kadınları. Gözyaşı ise hem makinenin yakıtı hem de atığı olarak iş görüyordu. Hal böyleyken, Serkan Özpeltek’in sakarlığını ve talihsizliğini nadiren de olsa sukunetle karşılayabiliyor olması tahrip gücü düşük (hatta hiç olmayan) bir mucize olarak bile algılanabilirdi. Kendisi de bunun farkındaydı ve bu onun gözünde talihsizliğinin bir başka belirtisiydi. Böyle düşündüğü anlarda, böyle düşünebilmiş olduğu için vicdan azâbı duyuyor, soyadına yakışırcasına o düşüncenin salmış olduğu bir anlık rahatlıktan, mutluluktan zarif bir biçimde sıyrılıveriyordu bu yolla.

27 Kas 2007

Turist


Sevgili kardeşim, New York merkez valisi Demir Cemal diyor ki:

"Turist görmekten çok görmüş olmaktan heyecan duyan gezgine denir. Gerçek seyyahın yüzü baktığı şeye dönüktür. Bakmaya, içselleştirmeye, anlamaya, keşfetmeye çalışır. Turist ise görmeye gittiğini iddia ettiği şeye sırt çevirip yüzünü orada olduğunu diğerlerine ıspatlayacak objektife döner."

24 Kas 2007

"Kutsal ittifak" Berlin'de kuruldu!

Kapıya dikkatli bakmak yok ama...

22 Kas 2007

TRT Genel Müdürü


Yer: Hamburger Bahnhof - Museum für Gegenwart
Fotoyu çeken: Ben
Manken: Müzenin güvenlik görevlisi
Tiviler: Roman Signer'in işi

19 Kas 2007

Kardeş Bangladeş sular altında


Taner Öngür'ün dizeleriyle açtım, o eskiden bildiğimiz şekliyle, "Kardeş Bengaldeş sular altında," diye söyler.

Doğal felâketler yüzünden kırım kırım kırılan, biner biner telef olan Bangladeş'i geçen hafta da pis bir kasırga vurdu. Kasırga yüzünden ölü sayısının 3000'i bulduğu söyleniyor. İster istemez İngiliz romancı Zadie Smith'in enfes eseri "White Teeth / İnci Gibi Dişler"de, Bangladeş üzerine yazdıkları geldi aklıma. Şöyle diyordu:

"People who live on solid ground, underneath safe skies, know nothing of this; they are like the English POWs in Dresden who continued to pour tea and dress for dinner, even as the alarms went off, even as the city became a towering ball of fire. Born of a green and pleasant land, a temperate land, the English have a basic inability to conceive of disaster, even when it is man-made.

It is different for the people of Bangladesh, formerly East Pakistan, formerly India, formerly Bengal. They live under the invisible finger of random disaster, of flood and cyclone, hurricane and mud-slide. Half the time their country lies under water; generations wiped out as regularly as clockwork; individual life expectancy an optimistic fifty-two, and they are coolly aware that when you talk about apocalypse, when you talk about random death en masse, well, they are leading the way in that particular field, they will be the first to go, the first to slip Atlantis-like down to the seabed when the pesky polar ice-caps begin to shift and melt. It is the most ridiculous country in the world, Bangladesh. It is God's idea of a really good wheeze, his stab at black comedy."

Bunun tabiî Türkçe çevirisini bulmam mümkün değil, kendim de şu anda üşeniyorum çevirmeye. Ancak sözüm olsun, canım çeviri alıştırması yapmak istediği bir gün aktarayım bu güzel metnin Türkçe'sini de.

Foto: AFP

17 Kas 2007

Yoğunluğun mimarîsi


Michael Wolf, 1954'de Almanya'da doğmuş ve ABD'de büyümüş bir fotoğrafçı. Yaklaşık 10 yıldır Çin'de yaşayan Wolf, son zamanlarda kafayı toplu konutlara takmış. Zira Wolf'un şu anda yaşamakta olduğu Hong Kong'da km. kareye 6700 insan düşüyor ve haliyle bolca toplu konut bulunmakta. Wolf'un "Architecture of Density/Yoğunluğun Mimarisi" adını verdiği fotoğraf serisinin benim ilgimi çekmesi de bu yüzden. Toplu konutlara, özellikle de onların bir-örnek dış yüzeylerine hep müthiş bir büyülenme ve belli belirsiz bir şehvet duygusuyla bakmış bir insan olarak Wolf'un çalışmalarına dikkat kesilmemek olanaksızdı benim için. Ankara'nın Eryaman'ından tutun da, New York'un 'project'lerine, Doğu Berlin'in sosyalist bloklarına ya da Halkalı'nın lüks toplu konutlarına dek; hep belirgin bir hayranlık ve tiksintiyle baktım bunlara ve her zaman ilgimi çekmeyi başardılar. Kafamda içeriyle ilgili herhangi bir bağlantı da kurmuş değilim aslında, tamamen o totaliteryan dış görünüştür içimi gıcıklatan. Kendim hiç toplu konutta yaşamadım ve yaşamak da istemem ama bu Wolf'un fotoğrafları üzerine teffekkürde bulunmaya engel değil.
Ayrıca, bu da benim katkım olsun Wolf'un serisine, İstanbul Halkalı'dan bir görünüm:


14 Kas 2007

Botero'nun şişmanları

Berlin'in tarihî Lustgarten Parkı'nda bugünlerde, ünlü Kolombiyalı sanatçı Fernando Botero'nun heykelleri sergileniyor. Resim ve heykellerinde şişman, tabiri caizse dombili figürler kullanmasıyla dikkat çeken Botero, en son geçen yıl Amerikan askerlerinin Ebû Garip'teki işkencelerini tuvale dökerek tartışma yaratmış; depolitize olmuş bazı güncel sanatçılara nanik yapmıştı.

Lustgarten'da Botero'nun 15 adet bronz heykeli sergileniyor. 16.'sı ise Brandenburger Kapısı'nın oradaymış ama onu henüz görmedim.

12 Kas 2007

Memleket çağ atladı değil mi?

Dorina L. Neave, 1881-1907 arasında İstanbul’da kalmış, İngiliz sefirliğinde çalışmış ve memleketine dönünce de “Twenty Six Years on the Bosphorus” adında bir kitap yazarak İstanbul izlenimlerini İngiliz okuruyla paylaşmış.

Bizde, Tercüman'ın "1001 Temel Eser" dizisi kaspamında çevrilip yayınlanan kitaptan bir bölüm alayım. Yüz yıl önce, yüz yıl sonra muhasebesini buyrun kendiniz yapın:

"Hususiyle Anadolu’dan acemi asker olarak gelen gençler, bize kıyafetlerimizden dolayı hakaret etmekten zevk alırlardı. Eğer birinin eşliğinde değillerse, kadınların kaldırımlardan aşağı itildiği, kollarının çimdiklendiği, beğendiklerinin öpüldüğü vakıalar arasındaydı." (s.16)

Not: Şurada kitaptan bir bölüm var.


Foto: Kaynağını bulamadım, 1920'de çekildiği iddia ediliyor.

7 Kas 2007

Trabi 50 yaşında


Dünyanın en şirin arabası Trabant bugün 50. yaşını kutluyor. Doğu Alman arabası Trabant, 1957-1991 yılları arasında Doğu Alman kenti Zwickau'da üretildi ve zaman zaman dünyanın en dandik arabası olarak anıldıysa da; tıpkı VW'nin Tosbağa'sı gibi zamanla kült statüsüne erişti. Bugün Alaman otoyollarında cirit atan 52.000 adet Trabant var. 1991'de duvar yıkıldıktan sonra, Zwickau'daki fabrikanın kapısına kilit vurulduğunda 3.051.485 adet Trabi üretilmişti.

Honecker âleme maskara oldu ama Trabi şirinliği sayesinde kendini kurtardı:

2 Kas 2007

1 Kas 2007

Sanat sepet

Bir Halil Altındere çalışması.